Yavuz Köyunden Yolu Geçenlerin Buluşması..

Kullanıcı Oyu:  / 1
En KötüEn İyi 

 

         Şair ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Trabzon deyince aklıma bir salkım karayemiş gelir” der. Yavuz Köy deyince de benim aklıma, ormangülüyle (komar) aklanan Karadeniz gelir.

13 Mayıs Pazar günü Çarşıbaşı’nda bir araya gelen ve yolu Yavuz Köy’den geçmiş olan öğretmenler olarak, 30 yıl önceki anılarımızın izdüşümleriyle buluşmak üzere Kaldırım YaylasıHıdırellez Şenliği’ne katıldık. Yol boyunca gördüğümüz ormangülleri ve zifinlerle, adında “kara” geçen bu coğrafyamızı renklendirmeye çalıştık. Öncelikle, bu renkli buluşmanın gerçekleşmesine vesile olan Aydın Gelleci başta olmak üzere tüm Yavuz Köylülere teşekkür ediyoruz.

 

Benim görev yaptığım 1987-1988 yıllarında Yavuz Ortaokulu Müdürlüğünü yapan Yusuf Değirmenci, öğretmen arkadaşlarımız Mustafa Baykan, İhsan Demirci, Sadık Kurt ve Hasan Kocaman’la birlikte Çarşıbaşı’ndaki Nirvana Kafe’de kahvaltı yaparak başladık anılarımızı tazelemeye. Bakkaldan bozma iki odanın birini sınıf, diğerini de müdür odası yapan köylüler, dere kenarına yaptıkları iki katlı kağgir binanın bir odasını postane, iki odasını da sınıf haline getirmişlerdi. Yaklaşık 5 km çapındaki köy yerleşiminin üç mahallesinden kar-kış, yağmur-çamur demeden yürüyerek ve ellerinde odunlarıyla gelen öğrencilerin öğrenme tutkuları, biz öğretmenleri daha çok onlara emek vermeye teşvik etmişti. Derslerden sonra onlara kurs vermekten, kitap okuma etkinliğine kadar birçok çalışma yapmıştık. Onları ilk kez Trabzon’da yeni açılan Haluk Ongan Devlet Tiyatrosu’na, Uzunsokak’taki Güzel Sanatlar Galerisine, Öğretmenevi’ne götürmüştük. Bu meraklı köy çocuklarının oyunu, resimleri yorumlama biçimleri hiç aklımızdan çıkmadı. Örneğin, mavi dalgalı soyut bir resme bakan bir öğrencimiz, “Deniz üstüme geliyor,” demişti.

Nirvana Kafe’deki buluşmamızda, bir gün okuldan eve giderken beni akşam çayına davet edip orada takvim yapraklarının arkasına yazdığı şiirleri, köyle ilgili günlükleri önüme seren köylünün adını yanlışlıkla “Mehmet” olarak söyledim. Meslektaşlarım ve o zamanlar öğrencimiz, şimdiyse gazeteci olan Aydın Gelleci onu hatırlayamayınca, “Bakkal Osman Amca’nın kardeşiydi,” dedim. Hasan Öğretmen, “Fehmi’ydi onun adı,” dedi. Yusuf Bey ekledi: “Jilet diye tanınırdı.” Evet, Yavuz Köylülerin “Jilet” dediği Fehmi Amca’yı, birçok söyleşimde ve yazımda örnek göstererek, “İlkokul mezunu bir köylü günlük tutabiliyor, şiir yazabiliyorsa, herkes yazmalı,” demiştim. Bu görüşümde haklı olduğumu, Yasemin Gelleci adlı öğrencimizi 30 yıl sonra köyde gördüğümde, yazdığı şiirleri benimle paylaşmak istediğini söylediğinde bir kez daha gördüm.

Nirvana Kafe’de kuymağımızı yedikten sonra Murat Gelleci’nin şoförlüğünde ve Mustafa Baykan Öğretmenin takibinde Çarşıbaşı’ndan yukarı İskefiye Vadisi’ni takip ederek Yavuz Köy’e doğru tırmanmaya başladık. Kavaklı (Zera), Serpil Köy, Kovanlı’yı(Pondiga) yeşilin bütün tonlarıyla süslenmiş doğanın seyrine dala dala yol alırken, 30 yıl önce çok kar yağdığında 16 km’lik yolu saatlerce yürüyerek nasıl sahil yoluna indiğimiz günleri hatırladık. İhsan Bey, büyük selde çarşıya kadar yürüyerek haftalık ekmek alıp köye dönüş hikayesini anlattı. Bu vadide nice anılar taşa, toprağa ve yaprağa sinmiştir. Nice acılar kara, sele karışmıştır. Bundan niye mi söz ediyorum? 5 Mayıs 1987’de Yavuz Köy dolmuşuyla çamurlu yolu aşa Kovanlı’yı geçtiğimizde birden üstte gökyüzü, altta derin bir vadiyle karşılaşmıştım. Adeta yol orada bitivermiş ve biz boşlukta kalıvermiş duygusuna kapılmıştım. 30 yıl sonra yolun asfaltlanmış ve tehlikeli yerlerinbiraz da olsa düzeltilmiş olmasına sevinerek köyün girişindeki evlerin önünde durduk. Buradaki beton çatıya çıkarak hem Ağaçlı hem de Yavuz Köy’ü arkamıza alarak fotoğraflar çekildik. Arkadaşlar, karşıda ağaçları gür ve bol olan mahalleye halk arasında “Dişçiler” dendiğinden söz ettiler. Buradaki insanların kerpetenle diş çektiklerini anlattılar. İhsan Bey’in o yıllarda kerpeten sayesinde diş ağrısından kurtulduğunu öykülemesi, gülüşmemize vesile oldu. Bizim halkımızın, acılarından komiklik yapmayı ihmal etmediğini doğruladık bir bakıma…

Biz burada çalışırken Murat Gelleci dünyaya geldiğinde annesini kaybetmişti. Ağabeyi olan, şimdilerde Yavuz-Der Başkanlığını yürüten sevgili Aydın Gelleci’yi o zaman morallendirmek için tüm öğretmenlerin çok ilgilendiğini hatırladım. Onların evlerinin bulunduğu mahalleden 30 yıl sonra anılarımızı tazeleyerek ayrıldık ve okulun, sağlık ocağının, caminin bir arada bulunduğu Merkez Mahalle’ye geldik. Fındık ve mısır bahçelerinin arasından yılan gibi kıvrılarak bu okulumuzun bulunduğu yere tırmanırken nasıl bir manzarayla karşılaşacağımız merakıyla izdüşümlerimizin geriye kalanlarının neler olduğunu görme heyecanı doruğa çıkıyordu. Yol üzerinde Yusuf Bey’in kaldığı evle Mustafa Hocamızla kaldığımız Fidan Şar teyzenin evini görmenin hüznünü yaşadık. Ev sahiplerimizin bu dünyadan göçmüşlüklerinin hüznüydü bu… İnsanın bu “göçme” karşısında var olma çabası, bir eser bırakmakla anlam kazandığından o yıllarda kaleme aldığım “Dağların Kulağı: Yavuz Köy” kitabımın bir örneğini okul kütüphanesine bıraktığım geldi aklıma. Yusuf Bey, kendisi okuldan ayrılana kadar bu çalışmamın kütüphanede bulunduğunu söyledi. Yeni kuşak Yavuz köylülerin o çalışmamı okumalarını isterdim. Tarihsel inceleme yanında sosyolojik çözümlemede yapmıştım bu köyümüze dair. Karadeniz bölgesinde yaygın olan fındık-çay küçük meta üretiminin toplumsal yaşama yansımasını, çocuk sayılabilecek yaşta gençlerin büyükleriyle birlikte inşaatlarda çalışmak üzere gurbete gitmeleri, bunun yarattığı ailevi-psikolojik sorunlar üzerinde durmuştum. “Göç” olgusunun artarak devam ettiğini söylediler. Ülkemizde uygulanan sosyo-ekonomik politikaların göç ve betonlaşmanın yarattığı büyük sorunların kaynağı olduğunu, bu köydeki betonlaşma da gösteriyordu.

Eski okulumuzun dere kenarındaki harabeye dönmüş sınıfını gezerken yüreğim çizildi. Burada 1988’de ortaokul 3. Sınıf öğrencimiz Osman Kara’nın oturum başkanlığında “Eğitimin Sacayakları” başlıklı bir panel düzenlemiştik. Bu hangar gibi sınıfta 100’ü aşkın köylü ve öğretmene hitap eden öğrencilerimizin talepleri herkesi etkilemişti. Muhtar İbrahim Aydın, oturum bittiğinde öğrencilerimizi alınlarından öpüp kutlamış ve planlı bir okulun yapılması için kolları sıvayacaklarının sözünü vermişti. Gerçekten de işe yarayan etkinliklerimizden olmuştu bu panel ve birkaç yıl sonra güzel bir okula kavuşmuştu öğrenciler. Burada öğrencilerle yaptığımız diğer etkinlikler, özellikle ilk kez öğrenmelerini sağladığım satranç yarışmaları canlandı gözümde. Şiir ve öykü okuma, gezi düzenleme, voleybol ve futbol turnuvası geçti aklımdan. Diğer öğretmenlerimiz de anılarını anlattılar bu daracık düzlükte. Osman Amca’nın bakkalının yerinde yellerin estiğinden söz ettiler.

Yeni yapılan okul binasını, spor alanlarını gezdik. Köy ortamına göre güzel yapılmış bu binada nelerin yapıldığını merak ettim doğrusu. Yalnız, Murat Gelleci’nin söylediğine göre köyde hiçbir öğretmen kalmıyor, çarşıya gidiş-geliş yapıyorlarmış. Bu da taşradaki eğitimin temel sorunlarından biri haline gelmiş durumda. Hem öğrenciler hem de öğretmenler için “taşımalı eğitim”in ne kadar verimli olacağı ortada değil mi?

Araçlarımıza binerek Kaldırımyayla’nın yolunu tuttuk. Fındık, mısır ve fasulye ekili bahçeleri dolaşırken Halit Suiçmez’in “Fatsa ve Fındık Öyküleri” kitabında anlatılanlar canlandı belleğimde. 1970’li yıllarda “Fındıkta sömürüye son” başlığıyla yapılan mitinglerle tefecilerin, tüccarların zulmünden kurtulmaya çalışan fındık üreticilerinin hak alma mücadelesini işleyen Halit Suiçmez’in bir adaşının da Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Beden Eğitimi hocası olduğunu öğrendim.

Ağız beraber yokuş olan ve fındık, mısır, fasulye tarlalarının arasından döne döne yükselen yol Kayıktaş’a yaklaştığında araçtan inip Yavuz Köy’ü kuşbakışı izledik. Yayladan aşağılara doğru basan sisin açıldığı noktalardan seyre daldığımız tepe ve vadilere dağılmış evleriyle canlılığını sürdüren köyün Kayıktaş’tan sabah görüntüsünü Cin Ali’lerin Emine’si şöyle betimlemişti 30 yıl önce: “Bacalardan yükselen duman, salyangoz izi gibi gökyüzüne yükseliyor.” Mayıs ortasında yaptığımız bu yolculuk yağmurlu ve sisli bir atmosferde gerçekleştiği için, bazı evlerden Emine’nin betimlediği biçimde dumanların yükseldiğine tanık olduk.

Çamurlu yayla yolunda ilerlerken ağaçların arsından yola sarkan sarı çiçekleriyle zifinler, eflatun ve mor renkleriyle komarlar sisin bunaltıcı atmosferini dağıtıyor, renklendiriyordu. Hafif düzlük bir yere geldiğimizdeki çeşmeye bakan Murat, “Burası Ayşe Çeşmesi öğretmenlerim,” dedi. Birden aklıma, 30 yıl önce Gavur İskelesi’ne yaptığımız maceralı yolculuğumuz geldi. O sırada bizimle kayalığa çıkamayan Postacının Ali’sini kaybetmemizi öykülemiştim. “Çölüngelini” öykü kitabımda yer verdiğim bu öyküyü, Kaldırımyayla’da bir araya geldiğimiz öğrencilerimizalıp okuduklarında müthiş mutluluk duydum.Yaylaya vardığımızda bu öykünün kahramanlarından Ali Kotbaş’ı karşımızda görünce sevindiğim gibi hüzünlendim de. O küçük Ali’miz büyümüş ve Rize’de sınıf öğretmenliği yapıyormuş. Ne güzel bir değişim ve gelişim değil mi? Sadece Ali miydi bu güzel değişim ve gelişimiyle bizi sevindiren? Kuşkusuz hayır… Hülya Gelleci’yi de Matematik öğretmeni olarak eşi ve oğluyla karşımızda gördük. Yasemin-İbrahim Gelleci çifti de bizimle kucaklaşanlar arasındaydı. Mustafa Gelleci, Mehmet Erdoğan, Ali Gelleci, Coşkun Şar, Cengiz Aydın, Salih Aydın, Halim Kotbaş… Aramıza katılamayan Osman Kara, Habip Kocaman ve Katip Kocaman da telefondan gelen sevgi yüklü sesleriyle yüreğimize dokundular. Yüreğimi sızlatan Yasemin’in anlattığı bir durumu da paylaşmak istiyorum yeri gelmişken. Yoksa içimde kor olup büyüyecek…

Hal ve hareketleri, konuşma tarzıyla dikkat çeken sarışın bir Savaş’ımız vardı. Bir gün, yanlış hatırlamıyorsam kız arkadaşlarının topunu alıp kaçmıştı. Onu arkadaşlarıyla haber salıp topu getirmesi için uyarmama karşın gelmeyince sıgaya çekmiştim. Sonunda arkadaşlarının huzurunda tokalaşarak, “Bundan sonra senin adın Barış olsun!” demiştim. Hem arkadaşlarıyla hem de bizlerle güzel diyaloglar kurmaya başlamıştı. İşte belleğimde böylesine derin iz bırakan Savaş’ımız, İstanbul’da iş kazasında hayatını kaybetmiş. Işıklar içinde yatsın… Onun gibi sevgiyle andığımız Yavuz köylülerden biri de lokantacı Mehmet Kocaman’dı. Çarşıbaşı’nda işletirdi lokantayı ama köyüne atanan öğretmen-sağlıkçı vd. kamu emekçileriyle yakından ilgilenirdi. Onu da iki yakınıyla birlikte kaybetmişiz trafik kazasında. Işıklar içinde yatsınlar…

Kaldırımyayla’daki şenlik, yağmur ve sis nedeniyle yarıda kesildi ne yazık ki. Kapalı bir ortamda bir araya geldiğimiz köylülerle özlem giderirken anılarımızı harladık. Köyün postacısı, okulumuzun katibi, köyün kemençecisi, kasabı, kahvecisi bizi kucaklamışlar, sıcak gülüşleriyle yorgunluğumuzu üzerimizden almışlardı. Burada kendilerinin de öykülerinin bulunduğu kitaplarımdan alıp imzalatan öğrenci, öğretmen ve velilerimizin, yolları sanat ışığıyla aydınlansın.

Öğretmen-öğrenci-veli ilişkisinin böyle güzel buluşmalarla tazelenmesinin coşku ve heyecanını Yavuz Köy’de yaşadığımız için mutlu ayrıldık, bu yeşilin her tonunun gök mavisi ve sis bulutuyla buluştuğu topraktan. Birkaç yıl önce bu buluşma fikrini paylaştığım eskimeyen öğrencilerimize sonsuz teşekkürler..

 

Müslüm Kabadayı

Lütfen Üye Üye Olunuz.Aksi halde yorumlarınız eklenmeyecektir.